France Tv Kanalında Yayınlanan ‘Erdoğan: Avrupa’ya Meydan Okuyan Sultan’ Programı

Giriş

France 5 kanalında yayınlanan « C dans l’air » adlı haber tartışma programında, 23 Mart 2021 tarihinde, « Erdogan : le sultan qui défie l’Europe » (Erdoğan: Avrupa’ya Meydan Okuyan Sultan) adlı özel bir belgesel yayınlanmıştır.[1] Dokümenter tarzındaki program, son dönemde Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki restleşmeleri ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasalarını analiz etmek amacıyla hazırlanmıştır. Programın Türkiye’ye yönelik yaptırımların görüşüldüğü Avrupa Birliği zirvesinden önce yayınlanması, Fransa’nın Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un söylemleriyle gözler önüne serilen Türkiye karşıtı siyasal duruşunu anlamak açısından önemli olmasının yanında, 2 saatlik program, Fransa’da son dönemde Türkiye hakkında yapılan en ciddi yayınlardan biri olarak dikkat çektiği için, bu yazıda, bu programdan bazı bölümler özetlenecektir. Özetle birlikte, yazar, kendi eleştirel düşüncelerini de yeri geldiğinde ifade edecektir. 

Program kaydı

Programın Özeti

Marine Lorand tarafından adeta büyük bütçeli bir dokümenter film havasında hazırlanan ve Caroline Roux’nun sunduğu program, Fransa ve Türkiye Cumhurbaşkanlarının 2 Mart 2021 tarihinde telekonferans yöntemiyle yaptıkları ve olumlu bir havada geçen görüşmeden gerçek görüntülerle başlamaktadır. Daha sonra ise, 2020 yılı içerisinde Erdoğan ile Macron arasında yaşanan sert polemiklere dair örnekler verilmekte ve bu konuda bazı uzman görüşlerinden pasajlar aktarılmaktadır. Yine bu giriş bölümünde, programda Fransa’nın en üst düzey siyasetçilerinin (eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, eski Başbakan Manuel Valls ve hatta mevcut Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi) Fransa-Türkiye ilişkileri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi tavırları hakkındaki açıklamalarına yer verileceği belirtilmekte ve bu röportajlardan bazı bölümler izleyicilere sunulmaktadır. Satranç tahtası görüntüleri eşliğinde sunulan bu giriş bölümünde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adeta Avrupa ile satranç oynayan bir Osmanlı Sultanı havasında lanse edildiği gözlemlenmektedir.

Program, bu giriş bölümünün ardından, Türkiye’den Fransa’ya gönderilen imamlar (din görevlileri) konusuyla devam etmektedir. Bu hususta, Fransız uzman Jean-François Colosimo, Türkiye’den gelen Diyanet görevlilerinin Türk İslamı’nı Fransa’da yaydıklarını ve Ankara’nın Fransa üzerinde nüfuz elde etmesini sağladıklarını vurgulamaktadır. Programda görüşleri sorulan Fransa’da görev yapan Türk imam Mevlüt Konak ise, Fransa’yı sevdiklerini, Türkiye ile Fransa arasında ve Fransa’da yaşayan Türk Müslümanlar açısından herhangi bir sorun olmadığını, ancak iki ülke kültürlerinin farklı olduğunu vurgulamaktadır. Konak, Fransızca zor bir dil olduğu için henüz Fransızca’yı öğrenemediğini de bu bağlamda söylemektedir. Bu konu önemlidir; zira kısa süre önce Fransa’daki Türk Diyanet görevlilerine orta düzeyde Fransızca bilme şartı getirilince, buna karşılık olarak Türkiye’de yüksek öğretimi düzenleyen YÖK tarafından Türkiye’deki yabancı uyruklu akademisyenlere orta düzeyde Türkçe bilme şartı uygulaması yürürlüğe sokulmuş; bundan en olumsuz etkilenen yüksek öğretim kurumu da eğitim dili neredeyse tamamen Fransızca olan ve Türkiye ile Fransa arasında özel statüde kurulmuş bir devlet üniversitesi durumundaki Galatasaray Üniversitesi olmuştur. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise, ülkesindeki yabancı etkisini azaltmak için Fransa’da görev yapan imamların Fransızca öğrenmeleri ve Fransa’nın Cumhuriyet değerleri ile uyumlu hareket etmeleri gerektiğini savunmaktadır. Daha sonra Fransa’da yeni yapılan Türk camileri konusu işlenmektedir. Bu camilerden Strasbourg şehrinde inşa edilmekte olan yapı, Avrupa’nın en büyük camii olarak tasarlanmaktadır. Cami konusuyla birlikte, Fransa İslam Toplumu Milli Görüş Genel Sekreteri Fatih Sarıkır’ın görüşlerine başvurulmakta ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İslami grupları belli bazı değerleri/ilkeleri kabul etmeye zorlayan yaklaşımı işlenmektedir. Sarıkır ve temsil ettiği grup, diğer birçok İslami grubun aksine, bu şartı imzalamayı reddetmiştir.

Programda Türkiye’nin Fransa siyasetine nüfuz etmesi bağlamında öne çıkarılan ikinci konu ise (ilk konu genel olarak İslam dini ve İslam motifli siyaset olarak sunulmuştur), internet üzerinden yapılan propaganda faaliyetleri ve sahte haber siteleridir. Belgeselde, Türkiye merkezli resmi internet sitelerinin bile (Anadolu AjansıAA kastediliyor) Fransa’yı “İslamofobik” bir ülke olarak lanse ettiği ve hedef haline getirdiği iddia edilmekte ve bu husus eleştirilmektedir. İnternet yayınlarını takip eden bir Fransız uzman olan Guilhem Fouetillou, bu hususta Anadolu Ajansı‘nın sürekli Fransa’yı kötüleyen haberler yaptığının altını çizmektedir. Öyle ki, Fransız uzmana göre, Erdoğan ve AK Parti’nin sadık destekçileri internette de örgütlü olarak hareket etmekte (hatta buna Türkiye siyasetinde “AKtroller” adı verilmektedir) ve yanlış veya abartılı haberlerle milliyetçiliği tetikleyerek, sürekli olarak Fransa’yı karalayan haberler ve kampanyalar yapmaktadırlar. Belgeselde, bu saldırıların her zaman sanal kalmayabileceği ve hatta sanal kalmadığı, 28 Ekim 2020 tarihinde Vienne’de aşırı milliyetçi ve kendisini “Türk komandosu” olarak lanse eden bir şahıs ve destekçileri tarafından başlatılan protesto eylemi temelinde vurgulanmaktadır. “Bozkurtlar” (Loups Gris) adlı gruba mensup bu kişiler, her ne kadar bir şiddet eylemi gerçekleştirmeseler de, kullandıkları slogan ve sözlerdeki şiddet vurgusu, belgeselin yapımcılarının eleştirilerine neden olmaktadır. Nitekim bu grup, ilerleyen haftalarda Fransa’da yasaklanmıştır. Fransız gazeteci Guillaume Perrier, Bozkurtların Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile yakın olduğunu ve MHP’nin de Faşizm ve Nazizm akımlarından esinlenilerek kurulmuş bir parti olduğunu iddia etmektedir. Programda, bu grubun özellikle Fransa’da yaşayan Ermenilere yönelik faaliyetlerinden endişe edildiği vurgulanırken, bu bölümde ne yazık ki biraz fazla yanlı bir anlatım dili göze çarpmaktadır. Zira dünya üzerinde gayet iyi bilinmektedir ki, trajik 1915 Olayları’ndan sonra şiddet ve terörü bir yöntem olarak benimseyen grup daima Ermeni tarafı (örneğin Fransa’nın da terör örgütü kabul ettiği ASALA) olmuştur. Fransa’daki Türk asıllı vatandaşlar veya Türk göçmenler ise, bırakın kendilerini korumayı, 1980’lerin başında Türkiye adına görev yapan diplomat ve siyasetçilerin bile ASALA tarafından katledilmelerine tanık olmuşlar ve Fransa’da adeta korku ve terörle terbiye edilmeye zorlanmışlardır. Ayrıca MHP’nin Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş dönemlerinde Faşizm ve Nazizm akımlarından esinlenme iddiası doğru olmakla birlikte, bu partinin 2000’lerden beri Devlet Bahçeli liderliğinde Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren ve sokak eylemlerine ne olursa olsun asla karışmayan merkez sağ bir çizgiye geçmeye çalıştığı hususu bilinçli olarak belirtilmemiştir. Dolayısıyla, bu bölümdeki anlatım dili, meselelere evrensel perspektiften bakmaya gayret eden nesnel bir Türk akademisyene göre fazla taraflı bulunabilir. Bu noktada temel sorunu ise, Fransa’nın 1915 Olayları’nı -sanki bir evrensel mahkeme yetkisi varmış gibi- “soykırım” kapsamında değerlendirmesi ve bunu siyasette de -üzerinden bir asırdan fazla süre geçmesine rağmen- halen vurgulaması oluşturmaktadır. Programda, Ermeni Kültür Merkezi duvarlarına sprey boyayla “RTE” (Recep Tayyip Erdoğan’ın kısaltması) ve “Bozkurtlar” yazılması da şiddet eylemi gibi yansıtılmaktadır. Daha sonra Le Figaro gazetesi İstanbul muhabiri Delphine Minoui’nin Türkiye iç siyasetine dair değerlendirmelerine yer verilmekte ve Erdoğan’ın gücünü koruyabilmek adına son yıllarda aşırı milliyetçi MHP ile adeta bir koalisyon oluşturduğunun altı çizilmektedir. Guillaume Perrier ise, Erdoğan ile MHP’nin 2015’ten beri birlikte hareket ettiklerini ve bu nedenle Fransa’da aşırı milliyetçi gruplar (Bozkurtlar) bir eylem yaparsa, bunun Türk Devleti tarafından organize edildiğini düşündüğünü söylemektedir. Dokümenter yapımda, Erdoğan’ın son yıllarda aşırı milliyetçi grupların ve MHP’nin sembolü olan “Bozkurt” işaretini yapmaya başladığına da dikkat çekilmektedir. Bu bölümde, ayrıca, Fransa’da yaşayan Ermeni asıllı yurttaşların görüşlerine de başvurulmakta ve onların Türklerin artan milliyetçiliklerinden ürktüklerine dikkat çekilmektedir.

Programın ilerleyen dakikalarında, Fransa eski Başbakanı Manuel Valls’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketinin temsilcisi ve Fransa karşıtı bir İslamcı olarak lanse eden görüşleri kendisine sorulmaktadır. Valls, Erdoğan’ın Fransa’yı (Fransa’daki katı laiklik uygulamalarını kastediyor) hedef haline getirerek bir yandan Türkiye’de milliyetçi kesimleri coşkulandırdığını ve bu sayede içeride popülaritesini koruduğunu, diğer yandan da Fransa’daki Türk ve Müslüman asıllıları Fransız ulusundan ayrıştırarak, onlar üzerinden Fransa siyasetinde nüfuz elde etmeye çalıştığını düşünmektedir. Bu görüşler, elbette mantıklı ve tutarlıdır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından bakınca, bunların hiçbiri uluslararası hukuk ve hatta Fransa hukuku açısından suç kapsamında değildir. Elbette, her ihtiraslı siyasetçi, diğer ülke siyasetleri üzerinde de etki sahibi olmak ister ve bu yönde politikalar geliştirir. Üstelik Fransa gibi AB üyesi bir ülkede, egemenlik devri ve paylaşımı gibi konularda 20. yüzyıl mantığına uygun şekilde hareket edilmeye devam edilmesi biraz garip kaçmaktadır. Müslüman gruplara zorla Fransız Cumhuriyet değerlerini benimsediklerine dair bir belge imzalattırılması da, bence abartılı bir uygulamadır. Elbette Müslüman gruplar da Fransız Cumhuriyet değerlerini benimsemelidirler. Bu değerlerde bir sorun yoktur ve laiklik İslam dini ve Müslümanlar için en uygun, modern ve güzel uygulamalıdır. Ancak devletin, inanç gibi özel alanın konusu olması gereken bir olguya Fransa’da çok müdahil olması, elbette bu konuda samimiyetle dindar olan grupların tepkisini çekmektedir. Nitekim dünyada başka hiçbir ülkede (belki Çin’deki uygulamalar buna benzer bir örnek olarak gösterilebilir), Fransa’daki gibi zorla bir inanç sınırlaması imzalama şartı yoktur. Üstelik bu belgelerin bir anlamı da yoktur; zira inançlar kağıtla ve hatta hukuk maddeleriyle oluşmaz, sınırlanamaz veya değiştirilemezler. İnanç, insan zihni ve kalbinde yeşeren ve gelişen bir husustur. İslam dininin yüzlerce yıldır giderek yayıldığı da düşünülürse, Fransa’nın İslam karşıtı bir pozisyon alması bence rasyonel bir tavır değildir. Valls de, bu hususta, kelimeler ve nüfuz mücadelesi şeklinde Erdoğan ile Macron arasında başlayan savaşın, zamanla daha tehlikeli bir hâl alabileceğini belirtmekte ve Erdoğan’ı adeta daha sorumlu davranmaya davet etmektedir. Bu konuda elbette Fransa eski Başbakanı haklıdır; zira Türkiye ile Fransa gibi iki tarihsel müttefin ilişkileri son dönemde gereksiz şekilde polemik konusu yapılmaktadır. Ancak bu hususta her iki tarafın da bu konuyu gereksiz yere uzattıkları ve Macron’un da “Avrupa’nın kötü adamı” haline gelen Erdoğan’ı son aylarda iç siyaset konusu haline getirmeye başladığı söylenebilir. Ayrıca IŞİD’e en yoğun katılım olan ülkelerden birinin Fransa olduğu düşünülürse -ki o dönemde Erdoğan’ın Fransa ile ilişkileri iyi seviyedeydi ve herhangi bir polemik yoktu-, bence meselenin Türkiye Cumhurbaşkanı’nın provokatif açıklamalarıyla alakasının olmadığı ve sorunun Fransa’nın laiklik uygulamaları, ekonomik eşitsizliklerin giderek arttığı bozuk sosyoekonomik düzeni ve eğitim sisteminde aranması gerektiği ortadadır.

Programın sonraki kısmında, Siyasal İslamcı bir siyasetçi olarak lanse edilen Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl 1934’ten beri müze statüsünde olan Ayasofya’yı yeniden camii yaparak ibadete açması konusu gündeme getirilmektedir. Erdoğan’ın bu konuyu 1453 tarihli İstanbul’un fethinin yeniden yaşanması gibi lanse ettiği belirtilerek, eski bir Bizans bazilikası olan Ayasofya’nın bu dönemde camiye çevrilmesinin uluslararası kamuoyuna yönelik olumsuz bir mesaj olduğu vurgulanmaktadır. Bu hususta elbette eleştiriler yapılabilir; zira Ayasofya Hıristiyanlar için de sembol bir yapıdır ve bu tarihi ve abidevi ibadethaneyi Hıristiyanların da kullanabilmesi, inanç özgürlükleri adına kuşkusuz daha demokratik ve özgürlükçü bir uygulama olacaktır. Ancak bu konuyu abartmak da gereksizdir; zira Ayasofya’yı halen herkes gezebilmektedir ve herhangi bir kısıtlama yoktur. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından 1934’e kadar olan süreçte de Ayasofya’nın cami statüsünde olduğu ve bunun Atatürk devrinde yaşandığı da gözlerden kaçırılmamalıdır. Ayrıca radikal bazı imam ve destekçileri nedeniyle, son yıllarda Fransa’da ve Avrupa’da başka bazı ülkelerde de güvenlik gerekçeleriyle bazı camiler kapatılabilmiştir. Dolayısıyla, bu gibi hususlar devletlerin iç düzenlemeleriyle alakalıdır ve bunlardan büyük anlamlar çıkarmamak daha doğru olur. Erdoğan gibi iktidarını zorlukla devam ettiren bir lider için de, Ayasofya hamlesi, kuşkusuz daha çok bir iç politika malzemesidir. Ayasofya’nın açılış töreninde dindar ve coşkulu vatandaşların bazı sloganlarının Türkiye ortalamasını yansıtır şeklinde lanse edilmesi de bence belgeselcilik tekniği adına hatalıdır. Zira bu tarz coşkulu ortamlarda (Hıristiyanlar için vaftiz törenleri örneği verilebilir), elbette bireylerin daha abartılı hareket etmeleri doğaldır.

İlerleyen dakikalarda, Erdoğan’ın siyasal çizgisine uygun şekilde son yıllarda Türkiye’de yayınlanan televizyon dizileri ve filmlerinde de Türkiye’nin Osmanlı geçmişi ve geçmişteki askeri zaferlerinin resmedildiği ve daha militarist ve yayılmacı siyasi fikirlerin halka empoze edildiği görüşü vurgulanmaktadır. Nitekim Fransız gazeteci Ariane Bonzon da, bu tarz yapımlarla Osmanlı nostaljisinin yayıldığını ve özellikle Arap toplumları üzerinde Türk etkisinin güçlendirilmeye çalışıldığını iddia etmektedir. Hatta bu bağlamda tipik bir Türk ailesinin bu tarz dizilere verdiği tepkiler de işlenmektedir. Bu konu da elbette haklı ve yerindedir; son yıllarda Türk sineması ve dizi sektöründe aşırı milliyetçi-İslamcı akımların ağır basmaya başladığı bir vakadır. Ancak bunların kültürel ürünler olduğu ve gerçek hayatı birebir yansıtması gerekmediği unutulmamalıdır. Ayrıca Türkiye’de çeşitli platformlarda son derece farklı temaları ve görüşleri işleyen alternatif kültürel ürünler de sunulmaya devam etmekte ve hatta gençler arasında daha büyük beğeni toplamaktadır. Sinema ve dizi sektöründeki hareketlilik de düşünülürse, bunu bir akım olarak düşünmek ve geçici olacağını varsaymak daha doğru olur. Nitekim bir süre öncesine kadar da sadece aşk temalı diziler Türk tv kanallarında gösterilmekteydi. Dolayısıyla, benim görüşüme göre, Türk izleyicilerin bu tarz yapımlardan sıkılmaları da fazla uzun sürmeyecek ve yeni tarzda diziler ve filmler çekilmeye başlanacaktır. Bu kısımda, gazeteci Delphine Minoui’nin Erdoğan Türkiye’sinin Atatürk Türkiye’sine kıyasla daha muhafazakâr, daha İslami ve sıradan insanların seçkin (elit) insanlara üstünlük sağladığı alternatif bir ülkeyi yansıttığı görüşü de verilmektedir ki, bu görüş de son derece doğru bir tespittir. Fransız gazeteci Jean-Dominique Merchet de, bu bağlamda, Atatürk Devrimi ile Türkiye’nin adeta medeniyet değiştirdiğini ve Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesinin devrimin ne denli derin ve kapsamlı olduğu konusunda bir örnek olduğunu vurgulamaktadır. Minoui ise, yakın zamana kadar Türkiye’de başörtüsü (türban) yasağı uygulandığını belirterek, bunun yarattığı travmanın da Erdoğan’ın ve onu destekleyen -adeta- “Siyah Türkler“in siyasi başarısında etkili olduğu görüşünü savunmaktadır.,

Programın sonraki kısmında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yetiştiği İstanbul’un Kasımpaşa semtinin sosyal dokusu ve Recep Tayyip Erdoğan’ın hayat hikâyesi incelenerek, Erdoğan Türkiye’sinin kodları analiz edilmektedir. Daha çok Karadeniz bölgesinden göçen dar ve orta gelirli kişilerin ve işçilerin oturduğu Kasımpaşa’daki sosyal ortamda çok otoriter bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Erdoğan’ın İmam Hatip Lisesi’nde yetiştiği vurgulanarak, Erdoğan’ın daha sonra futbolcu olmaya çalıştığı anlatılmaktadır. İslamcı Milli Görüş geleneğinden siyasete giren Erdoğan’ın 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmeyi başardığı hatırlatılarak, Erdoğan’ın 6 Aralık 1997’de okuduğu milliyetçi bir şiir nedeniyle kısa bir süre hapse atılmasının siyaseten yükselişine zemin hazırladığı vurgulanmaktadır. Erdoğan’ın hapisten çıkınca değiştiğini iddia ederek AK Parti’yi kurduğu belirtilerek, bu daha ılımlı İslamcı çizgi ve söylem sayesinde çok başarılı (seçim kazanma anlamında) bir politik kariyerin başladığı ve halen devam ettiği anımsatılmaktadır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde Erdoğan’ın büyük bir badire atlattığı hatırlatılarak, darbe girişimi sonrasında Erdoğan’ın sistem üzerinde neredeyse tek başına kontrol sağladığı belirtilmektedir. Gazeteci François Clemenceau’nun da belirttiği üzere, darbe sürecinde NATO’lu müttefiklerinin kendisine destek olmadığını ve “bekle-gör” stratejisi uyguladıklarını fark eden Erdoğan, bu nedenle bu tarihten itibaren giderek daha fazla ölçüde Rusya ve Rus lider Vladimir Putin’le yakın ilişkiler içerisine girmek durumunda kalmıştır. Nitekim Jean-François Colosimo da, Erdoğan’ın bu olaydan sonra zaten var olan Batı karşıtı eğilim ve hislerinin yeniden yükselişe geçtiğini düşünmektedir. Ortadoğu uzmanı Agnès Levallois ise, Erdoğan’ın darbe girişimini fırsat bilerek içeride büyük bir temizlik başlattığını belirtmekte ve “içerideki düşmanlar” retoriğini siyasette ustalıkla kullandığını vurgulamaktadır. Bu konuda da Fransız yapımcıların biraz duygusuz ve sivil demokrasiye yeterince sahip çıkmayan bir duruşları olduğu eleştirisi yapılabilir. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı’na karşı bir suikast ve darbe girişimi yapılsa, Fransız Devleti’nin tavrı bundan farklı mı olurdu diye insan düşünmeden edemiyor. Ancak Fransız uzmanların haklı olduğu bir konu, Erdoğan rejiminin darbe girişimini kullanarak birçok farklı görüşten muhalifi de bu süreçte devletten tasfiye etmesidir. Bu hususta, liberal görüşlü olmasına karşın bu süreçte 24 ay hapiste kalan tanınmış akademisyen Prof. Dr. Mehmet Altan’a da görüşleri sorulmakta ve Altan, Erdoğan Türkiye’sinde yaşama sevinçlerinin ve ışıklarının azaldığını vurgulamaktadır. Nitekim Altan’ın kardeşi olan ünlü romancı ve sol görüşlü Ahmet Altan da bu süreçte sadece muhalif görüşleri nedeniyle halen hapistedir ve ağır bir cezaya maruz kalmaktadır.

Fakat belgeselin sonraki kısmında, Erdoğan’ın darbe girişimi sonrasında uyguladığı baskı politikalarının geri teptiği vurgulanmakta ve İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehir belediyelerinin anamuhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından yakın zamanda kazanıldığı hatırlatılarak, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun siyasi çıkışına dikkat çekilmektedir. Ayrıca Türkiye’nin 2016 yılından beri ekonomik olarak da kötü gittiği tespit edilerek, halkın alım gücünün sürekli olarak düştüğü gösterilmektedir. Gazeteci Guillaume Perrier ve Jean-François Colosimo da, Erdoğan’ın geçmişte ekonomideki başarısı sayesinde çok oy aldığını, ancak son yıllarda ekonomideki olumsuz tablo nedeniyle oy kaybetmeye başladığına işaret eden açıklamalar yapmaktadırlar. Yapımda Türkiye’de genç işsizliğinin yüzde 30 seviyelerinde olduğu kaydedilirken, birçok eğitimli kişinin bu nedenle Türkiye’den başka ülkelere göçmeye başladıkları belirtilmektedir.

Daha sonra, Erdoğan’ın siyasalarını daha iyi anlamak adına, rejim destekçisi gazeteci Hilal Kaplan’la yapılan mülakata geçilmektedir. Kaplan, Erdoğan’ın Türkiye siyasetinde güç kaybettiği görüşüne katılmamakta ve Türkiye’nin İstanbul ve Ankara’dan ibaret olmadığını ve seçim sonuçlarına göre AK Parti ile MHP’nin oy toplamının yüzde 50’yi aştığını vurgulamaktadır. Kaplan, 2023’te düzenlenmesi planlanan Cumhurbaşkanlığı seçimini de Erdoğan ve blokunun (Cumhur İttifakı) kazanacağını iddia etmektedir. Sunucu Caroline Roux’nun Erdoğan’ın son yıllarda giderek sertleştiği ve otoriterleştiği yönündeki soruya ise, Kaplan, Avrupa basınının Erdoğan’ı bir takıntı haline getirdiği ve Erdoğan’ın tepkilerinin konteksinden (bağlamından) çıkarılarak sunulduğu iddiasıyla yanıt vermektedir. Hilal Kaplan, bu bağlamda Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin de Türkiye’nin egemen bir devlet olarak yapabileceği bir iç politika tercihi olduğunu vurgulamaktadır. Kaplan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransız mevkidaşı Macron’u İslamofobi ile suçlayan sözlerine de destek çıkmakta ve Macron’un bazı söylem ve politikalarının Türkiye’de böyle algılandığını ifade etmektedir. Fransa’daki bazı laiklik uygulamalarının Müslümanları rahatsız ettiğini söyleyen genç gazeteci, Türkiye’nin laiklik konusunda Fransa’yı model alan bir ülke olduğunu, ama iki ülkenin farklı din ve medeniyet ailelerinden gelmeleri nedeniyle uygulamaların birebir örtüştürülemediğini söylemektedir. Kaplan, başörtüsü yasağı gibi uygulamalarla Müslüman kadınların eğitim alma ve iş yaşamında başarılı olma haklarının da ellerinden alındığını ve Fransa’da Müslümanlara “potansiyel terörist” gözüyle bakıldığını düşünmektedir.

Programın sonraki kısmında, Kıbrıs’taki “Kapalı Maraş” konusunda yaşanan güncel gelişmeler işlenmektedir. Yine Kıbrıs Sorunu’nda tarihsiz bir anlatım dili tercih edilerek, Türkiye’yi garantör devlet olarak ve yasal şekilde adaya 1974’te müdahaleye zorlayan koşullar (Kıbrıs’ta yaşanan faşist darbe, EOKA katliamları vs.) belgeselde fazla işlenmemekte ve Kıbrıslı Rum bir vatandaşın sübjektif görüşleri yansıtılmaktadır. Türkiye’nin KKTC’deki varlığı ise yapımda “işgal” olarak lanse edilmektedir. Oysa tüm dünya bilmektedir ki, 2004 Annan Planı’nda Kıbrıs’ta barış ve birleşmeyi Kıbrıslı Rumlar engellemişler, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler ise barışa “evet” demişlerdir. Bu bölümde, Erdoğan’ın KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’la birlikte Kıbrıs’ta Kapalı Maraş bölgesini yeniden turizme açma girişimleri de milliyetçi bir yayılma girişimi olarak belirtilmektedir. Bu girişimlerin hukuka uygunluğu elbette tartışmalıdır; ancak piyasa ekonomisi ve girişimciliğe destek, aslında AB ve Fransa’nın da sahiplendiği değerlerdir. Öyle ki, Kıbrıs Türk idaresi, Kıbrıslı Rum mal sahipleriyle görüşerek, onlara otel ve mülklerini yeniden sahiplenme ve işletme fırsatı sunmakta ve aslında adada barış yolunda pozitif atmosfer yaratabilecek önemli bir proje ortaya koymaktadır. Ancak belgeselde bu plan hiç işlenmemiş ve Türkiye’nin bu bölgedeki (Kapalı Maraş) otel ve mülkleri ele geçirmeye çalıştığı gibi bir algı yaratılmıştır. Ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz politikası da bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının zenginliğine bağlanmıştır. Oysa Türkiye’nin hidrokarbon kaynaklarında Kıbrıslı Türklerin de haklarının olduğu yönündeki tavrı, Kıbrıslı Rumların uzlaşmaz tavırlarını aşabilmek ve adada çözüm ortamını yeniden tesis edebilmek için yapılmış taktiksel bir söylemdir. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, Annan Planı da yakın tarihte Rumlarca reddedildiği için, artık adada iki devletli çözüm parametrelerini görüşmek ve bunun sonrasında Kıbrıslı Rumlara doğalgaz kaynaklarını güven içerisinde satabilecekleri bir ortam yaratmak istemektedirler. Ancak Fransa’nın Doğu Akdeniz’de Rumlar ve Yunanistan’a yakın duruşu, Türkiye-Fransa ilişkilerini de son dönemde germektedir. Bu hususta, Türkiye’nin burnunun dibindeki Yunan adası Meis’in durumu da yapımda anlatılmaktadır. Türkiye’de milliyetçi çevrelerin geliştirdiği “Mavi Vatan” konsepti de bu bağlamda belgeselde kısaca değinilen bir konudur. Bu konunun Fransa ile Türkiye arasında askeri boyutları da olan bir siyasi krize dönüşmesi ise, kuşkusuz iki ülke için de istenmeyen bir durum olmuştur. Nitekim Erdoğan’ın savaş gemilerini ve Oruç Reis gibi bölgede araştırma yapan sismik araştırma gemilerini geri çekmesi de, Türkiye’nin bu konuda ortamı germek değil, çözüm için bir formül yaratmak istediğinin göstergesidir.

Kıbrıs konusundan sonra Türkiye-AB ilişkileri konusuna geçilmekte ve Erdoğan ile AB’nin aslında 2000’lerin başında çok iyi bir başlangıç yaptıkları anımsatılmaktadır. Öyle ki, İslamcı Erdoğan, 2004’te ülkesinin AB ile tam üyelik müzakerelerini başlatan lider olarak tarihe geçmiş ve 2005’te üyelik müzakereleri başlamıştır. Ariane Bonzon, Erdoğan’ın ABD’deki 11 Eylül (9/11) saldırıları sonrasında Müslümanlarla Batı dünyasının diyalog kurmasının gerekli olduğunun görüldüğü bir ortamda Batı yanlısı ve reformist İslamcı kimliğiyle bu dönemde çok başarılı olduğunu vurgulamaktadır. Ancak bu dönemde Nicolas Sarkozy gibi çıkışta olan Fransız sağ siyasetçilerin Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmadıkları ve göreve başladıktan sonra da Türkiye’nin tam üyeliğine engel çıkardıkları hatırlatılmaktadır. Erdoğan’ın bu nedenle ilerleyen yıllarda tıkanan AB üyeliğini zorlamak yerine giderek daha milliyetçi politikalara yöneldiği tespit edilerek, Suriye içsavaşı ve buna bağlı olarak yaşanan mülteci krizinin de Erdoğan’ın siyasetine yön veren çok önemli jeopolitik gelişmeler olduğu vurgulanmaktadır. Erdoğan’ın Suriyeli göçmenler konusunu AB ile bir müzakere ve anlaşma konusu haline getirdiği belirtilerek, Yunanistan sınır kapısının açılması hadisesinin yaşandığını anımsatılmaktadır. Ancak bu konuda da tarafsız bir anlatım dili benimsenmeyerek, Yunan polisinin birkaç bin mülteciye yönelik aşırı sert tavrı görmezden gelinmekte ve 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapan ve AB’nin yardım sözlerini halen tam olarak yerine getirmemesine rağmen mültecilere vatandaşlık, iş ve aş sağlayan Türkiye’nin insani politikaları yapımda hiç anlatılmamaktadır.

Programın sonraki bölümünde, eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile yapılan özel röportaja yer verilmektedir. Son dönemde yolsuzluk soruşturması nedeniyle bir yıl ev hapsi cezası alan Sarkozy, bu röportajında, kendisinin Türkiye’nin AB üyeliğine karşıt tavrının Erdoğan antipatisiyle alakalı olmadığını; Türkiye’nin geçmişte de hiçbir zaman tam anlamıyla Avrupalı bir devlet olmadığını ve bugün de Avrupalı bir devlet sayılamayacağını belirtmektedir. Sarkozy, Türkiye’nin tarihsel, coğrafi ve kültürel açılardan Avrupalı olmadığını ve Avrupa sınırlarının Suriye sınırına kadar uzanması fikrinin saçma olduğunu bu röportajda dile getirmektedir. 80 küsur milyon Türk’ün Avrupa vatandaşı olması ve Avrupa kurumlarında Türkiye’nin Fransa’dan daha fazla oy hakkı elde etmesinin Türkiye’nin AB üyeliğinin ne kadar saçma bir fikir olduğunun somut ispatı olduğunu düşünen Sarkozy, buna rağmen Türkiye ile iyi ilişkiler kurulması ve Ankara’ya kapının gösterilmemesi gerektiğini sözlerine eklemektedir. Türkiye’ye kendi döneminde iki yüzlü yaklaşıldığını ve gerçeklerin söylenmediğini belirten Sarkozy, kendisinin Türk dostu olarak Türkiye’ye karşı dürüst davranmaya çalıştığını bile iddia etmektedir. Sarkozy, Erdoğan’ın bu çizgiye gelmesinde AB’nin hatalı politikalarının etkili olduğunu da belirtmektedir. Türkiye’de hiç sevilmeyen bir isim olan Fransa eski Cumhurbaşkanı, bu röportajında Türkiye’nin AB üyeliğine neden karşı olduğunu daha iyi ifade etmiştir. Ancak yine de, Sarkozy’nin temel hatası, Akdeniz İçin Birlik veya benzeri bir alternatif proje oluşmadan ve hayata geçirilmeden Türkiye’yi istemeyen adam olarak öne çıkması olmuştur. Oysa üyeliği tıkamak yerine alternatif projeler ilerletilebilseydi, bugün Türkiye-AB ilişkileri çok daha iyi bir zeminde gelişebilirdi. Ayrıca Türkiye’nin tamamen değilse de kısmen Avrupalı olduğunu ve Avrupa tarihinin Türkler olmadan asla yazılamayacağını da bu noktada hatırlatmak gerekir. Sadece İstanbul’un varlığı bile, Türkiye’nin yarısının Avrupalı ve Batılı, diğer yarısının ise Doğulu olduğunun somut bir ispatıdır. Sarkozy, ayrıca, bu röportajda Erdoğan’ın bir İslamcıdan çok pragmatik bir politikacı olduğunu da vurgulamaktadır ki, bence de bu, önemli bir tespittir.

Sonraki kısımda, Erdoğan’ın 2018 başında Fransa’ya yaptığı devlet ziyareti konu edilmektedir. Bu ilk görüşmede Macron ile Erdoğan arasında büyük bir sorun yaşanmadığı, ancak ilerleyen günlerde Türkiye’nin Suriye’ye Fransa’ya danışmadan askeri operasyonlar başlattığı ve bu nedenle ilişkilerin bozulduğu anlatılmaktadır. Erdoğan’ın bu dönemden itibaren milliyetçilerin desteğiyle Suriyeli Kürt gruplara (YPG-PYD) yönelik operasyonlar yaptığını kaydeden belgesel, Afrin’den gerçek görüntülere de yer vermektedir. Suriyeli muhaliflerin Erdoğan’a destek verdiğini de tespit eden yapım, Türkiye’nin girdiği bölgelerde çok daha iyi yaşam koşullarının oluştuğunu da göstermektedir. Türkiye’nin askeri hareketlilik politikası uyguladığı bir diğer alan ise Libya olarak öne çıkarılmaktadır. Bu hususta “Courbet Olayı” da işlenirken, bu anlaşmazlığın NATO içerisinde de sorunlara yol açtığını belirtilmektedir. Bu konuda Türkiye’nin önceki Paris Büyükelçisi İsmail Hakkı Musa’nın görüşlerine de yer verilmektedir (yeni Büyükelçi Macron’un sınıf arkadaşı Ali Onaner olmuştur). Erdoğan’ın S-400 hava savunma sistemi almak ve Rusya ile yakın ilişkiler gibi hamleleriyle de ABD ve NATO’yu zora soktuğu görüşü belgeselin bu bölümünde işlenirken -ki Fransa gibi kurulduğu günden beri NATO’da en kafasına göre takılan ve Gaullist dış politika anlayışı halen bile güçlü olan bir ülkenin bu konuda Türkiye’yi eleştirmesi bence yersizdir-, daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’la yapılan röportaja geçilmektedir.

Emmanuel Macron, bu özel röportajda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dağlık Karabağ, Suriye, Libya, mülteciler, Doğu Akdeniz vs. gibi konulardaki hamlelerine karşı olduğunu belirttikten sonra, bundan sonra ne yapılabilir sorusuna cevap vermektedir. Fransa’nın Türkiye’nin hukuka uygun bulmadığı hamleleri karşısında çok net ve hem söz, hem de eylemler içeren hamlelerle cevap verdiğini belirten Macron, Türkiye’nin bir NATO müttefiki olduğunu, ancak Suriye’de IŞİD’le savaşan bazı gruplara müdahale ettiğini söyleyerek, bu konuyu her ortamda eleştirdiğini söylemektedir. Macron, günümüzde en önemli sorunun Libya kaynaklı olduğunu da söyleyerek, Türkiye’nin Berlin Konferansı kararlarına uygun hareket etmediği görüşünü yinelemektedir (daha önce de birçok kez bunu basın mensupları karşısında ifade etmiştir). Türkiye’ye karşı çok sert davranmanın Türkiye’yi Avrupa’dan daha da uzaklaştırabileceğini de belirten Macron, kendisinin bu konuda duyarlı olduğunu ve Avrupa’nın huzurlu olması için Rusya ve Türkiye gibi iki büyük bölgesel güçle ilişkilerini belli bir zemine ve istikrara oturtması gerektiğini söylemektedir. Bu nedenle, mevcut Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye ile diyaloğun devam etmesi ve Türkiye’nin Avrupa’ya sırtını dönmemesi gerektiğini belirtmektedir. Aksi halde Türkiye’nin radikal İslam veya Batı yerine farklı jeopolitik tercihlere yönelebileceği ve bunun Avrupa için daha tehlikeli olacağını kaydeden Macron, Türkiye’nin güvenlik konularında (Avrupa güvenliği, göçmenler meselesi vs.) halen AB ve Fransa için bir partner (ortak) olduğunu, ancak Ankara’nın Paris veya Brüksel’e yönelik şantaj politikalarına boyun eğmeyeceklerini vurgulamaktadır. Bu nedenle, Türkiye ile çalışmaya devam edeceklerini belirten Macron, Erdoğan’ın İslamofobi suçlamalarına ise “siyasi rant” çabası argümanıyla cevap vermektedir. Kendisine ve Fransa’ya karşı son dönemde Türkiye tarafından bir yalan kampanyası başlatıldığını da sözlerine ekleyen Macron, kendisinin asla Hz. Muhammed karikatürlerine destek vermediğini ve hedef haline getirilmesinin yanlış olduğunu vergilemektedir. Basının özgür olmadığı ülkelerda habercilik değil, propaganda yapıldığını belirten Macron, sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Türkiye’nin kendisi aleyhine müdahale edeceği yönündeki görüşünü de ilk kez bu belgeselde ifade etmektedir. Macron, modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ü de överek, Türkiye’nin laik modelinin öneminin altını çizmekte ve Türkiye ile yakın ilişkilerinin devam edeceğini söylemektedir. Belgesel, Macron’un röportajı ardından programa katkı yapan gazeteci ve yazarların röportajlarından bölümlerle devam ederken, daha sonra da tartışma bölümüne geçilmektedir. 

Programın Analizi

Öncelikle, bu programın son yıllarda Türkiye hakkında tüm dünyada yapılmış en kapsamlı araştırma programı ve belgesellerden biri olduğu belirtilmelidir. Öyle ki, belgesel kapsamında bir eski Cumhurbaşkanı (Sarkozy), bir eski Başbakan (Valls) ve mevcut Fransa Cumhrubaşkanı Emmanuel Macron’la özel röportajlar gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, yapım ekibini kutlamak gerekir. Fakat belgeselde bazı konular daha çok Fransa perspektifinden anlatılmıştır. Bu durum, özellikle Kıbrıs Sorunu’nun geçmişi ve ASALA terörü gibi hadiselerin hiç işlenmemesiyle de açığa çıkmaktadır. Bu noktada, ne yazık ki, belgesel Fransız halkı ve Avrupa kamuoyu için hazırlandığı için, daha güvenli ve iç siyasete uygun bir dil tercih edilmiştir. Örneğin, Kıbrıslı Türklerden bir kişiye programda söz hakkı dahi verilmemiştir. Yine de, belgeselin oldukça kapsamlı ve aydınlatıcı olduğu vurgulanabilir. Özellikle Sarkozy ve Macron’un röportajlarında çok önemli bilgiler yer almaktadır ve bunlar henüz Türkiye ve dünya basınında işlenmemiştir. 

Sonuç olarak, bence yeni dönemde Türkiye ile Fransa’nın birbirlerinin pozisyonlarını daha iyi anlamaya ihtiyaçları bulunmaktadır. Elbette, her ülke ve lider gibi, Türkiye’nin ve Sayın Erdoğan’ın da hataları olabilir. Zaten Türk tarafı, Fransa ile karşı karşıya gelmemek için özen gösterdiğini her fırsatta Paris’e göstermektedir ki, Erdoğan’ın Macron’la atışmalarını da daha çok iç kamuoylarına yönelik popülist hamleler olarak okumak gerekir. Bu nedenle, Fransa’nın Suriye, Libya, Karabağ ve Doğu Akdeniz gibi konularda Türkiye’nin pozisyonuna daha anlayışla yaklaşması ve güçlü diplomatik geleneğini tarafsız arabuluculuk için kullanması halinde, ikili ilişkilerin yeniden düzelmesi için yeni dönemde uygun bir konjonktür bile oluşabilir. Zira ne Erdoğan sanıldığı gibi bir Osmanlı Sultanı’dır, ne de hayali Şeriat’a dayalı bir Türk İmparatorluğu kurmaktır. Sarkozy’nin de anladığı gibi, Erdoğan, iktidarını korumak isteyen milliyetçi-muhafazakâr klasik bir sağ siyasetçidir. Ancak Fransızların anlamadığı husus, Erdoğan’ın dininin İslam olması ve kültürel-dini farklılıkların siyasette de farklılıklar yaratmasıdır… Fakat kuşkusuz, Türkiye demokrasisindeki ve ekonomisindeki geriye gidiş, Türk halkı adına olumsuz gelişmelerdir ve artık hükümetin 15 Temmuz travmasından kurtularak, yeniden reform gündemini benimsemesi şarttır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; https://www.france.tv/france-5/c-dans-l-air/2325449-erdogan-le-sultan-qui-defie-l-europe.html.

Bir Cevap Yazın

siegram sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et